Media Library

Can Dündar: ÇOKKÜLTÜRLÜ AVRUPA – Sorunlar ve Fırsatlar

Multicultural Europe – challenges and opportunities

,

Can Dündar, former editor-in-chief of the newspaper Cumhuriyet, casts an eye in his lecture on Europe’s (linguistic) diversity from its position as Turkey’s next-door neighbour and the internal view of an exile living in Europe.

 

Berlin Şiir Festivali’nin değerli katılımcıları,
Değerli şiir dostları…
Hepinizi en içten duygularla selamlıyorum.

Gezegenimizi esir alan, insanları tecride kapatan bir ağır salgın yüzünden, yüzyüze görüşemiyor, birbirimize dokunamıyor, ancak sanal ortamlarda buluşabiliyoruz.
Ancak şiirin her sınırı geçip, her duvarı aşıp yeryüzünün en ücra köşesindeki bir yüreğe bile ulaşabilme gücüne güveniyoruz.
Bu bilinçle, sizi bugünlerde kısmen yaşadığınız tecridi, tam 27 yıldır, evet 27 yıldır yaşayan bir şairin dizeleriyle selamlamak istiyorum.
İlhan Sami Çomak, 19 yaşında iken, bir örgüt üyesi olmak suçlamasıyla girdi hapse… Bugün 46 yaşında… Galler PEN’in Uluslararası Onur Üyesi seçtiği bir Kürt şairi… Cezaevindeyken sekiz şiir kitabı basıldı. Şiirleri İngilizce, Rusça, Norveççe, Galce yayınlandı. Hapsedildiği dört duvar arasında, mısralar doğurmaya devam ediyor.
Konuşmama geçmeden önce, onun, “Terk Edilmiş Bir Köyüm Ben” şiirinden, kısa bir bölüm okumak istiyorum.

“Bu kaçtır yıldızsız gecelerin karanlığına gömülmüşüm
Kaç oldu, sabahlara kendimi soluksuz vuruşum
Kuş cıvıltılarından uzak,
Güneşin kutsallığına dönüp uyanmışlıktan uzak,
Sesinin yüreğimi büktüğü
Sevdamızın tanığı köyden uzak,
Bu kaçtır, kayıp gider ömrüm…”

Birkaç aydır sokağa çıkamamaktan, serbestçe dolaşamamaktan yorgun düşenlere, “Yakınmadan önce, 19 yaşından itibaren, tam 27 sene hapiste, yıldızsız gecelerin karanlığında, kuş cıvıltılarından uzak yaşamak ne demektir” diye bir düşünün demek isterim.
Ama şiir, nahif görünse de güçlüdür. Şairini hapse sürükleyebileceği gibi, hapisteyken dünyayla da buluşturur.
İşte bugün burada, Anadolu’nun uzak bir hücresinden çıkıp Berlin’den dünyaya yayılıyor.

Bu mucizeyi, küreselleşmeye borçluyuz.
Gezegenimiz gitgide küçülüyor. Gelişen iletişim teknolojileri, bizi birbirimize daha çok yaklaştırıyor, dünyanın farklı köşesindekileri buluşturuyor. Ülkeler arasındaki sınırlar silikleşiyor, dayanışma ağları güçleniyor. Büyük bir enformasyon okyanusunda yüzüyoruz artık; bilgi şeffaflaşıyor.
Ancak bu, küreselleşmenin ışıklı yüzü… Karanlık yüzünde ise yine küreselleşmeyle büyüyen gelir dağılımı adaletsizliği, çevre tahribatı, yoksulluk, göç dalgası, güvensizlik hissi var.
Yeni ekonomik ve siyasi dinamikler, eski üretim biçimine göre düzenlenmiş kalıpları değişime zorluyor. Buna karşın eski kalıplar, yeni akımlara direniyor. Dünyamızın ateşinin yükselmesi, bu iç çatışmanın, dışa yansıması…
Aniden ve hızla kapıyı çalan değişim rüzgârı, bizi hazırlıksız yakaladı. 20. yüzyılın sağduyulu, deneyimli siyasi yol göstericilerinden, sosyal devletin koruyucu battaniyesinden, dünyayı adil bir gezegen haline getirmeye yeminli gençlik hareketlerinden yoksunuz. Bizi bugüne taşıyan kurumlara, yargıya, parlamentoya, medyaya güvenimizi kaybettik. Yerine koyabileceğimiz bir şey de yok. “Biz” duygusunu yitirdik. Ulus devletin koruyucu örtüsü de üzerimizden çekildiğinden, bu büyük fırtınada bir başımıza kalıverdik.
Başımıza gelenlerin küresel nedenlerini, göz önünde olmayan sorumlularını göremediğimiz, görsek de değiştiremediğimiz için, suçu en yakınımızda, bahçe kapımızda gördüklerimize, şehre gelen yenilere, mültecilere, yabancılara yükledik.

İşimizi elimizden alanın, huzurumuzu kaçıranın, yaşam biçimimizi tehdit edenin yabancılar olduğunu sandık. Böyle olduğunu söyleyen otoriter liderlere inandık. Bizi yabancılardan korusun, eski huzurumuzu sağlasın diye onların kolunun altına sığındık. Bizi yeniden içe kapatacak, kazanımlarımızı elimizden alacak, demokrasiyi sınırlayacak, özgürlükleri daraltsa da güvenlik getirecek yeni popülist rüzgâra gönüllü destek verdik.
Yaşlı Avrupa, yeni gelenlerle gençleşip zenginleşebilecekken, onların korkusuyla içine büzüşüp kapılarını sımsıkı kapatmayı seçti.
Akdeniz’den ölüm botlarıyla gelen çocukların, sınır görevlilerince yeniden denize itildiği, vahşi bir çağa geldik.
Vicdanımızı kaybettik.

Ben, Avrupa’da yeniyim.
Denizden gelenlere göre biraz daha talihliyim:
Bir siyasi göçmenim.
Popülizmin kucağına düşmüş ülkemden, canımı zor kurtararak geldim Avrupa’ya…
Burada halimden anlayan, sesime kulak veren insanlar buldum.
Ama bulduğum bütün insanlar öyle değildi:
Beni, bizleri Avrupa kültürünü zenginleştirecek bir yenilik sayanlar olduğu kadar, o kültürü tehdit eden yabancılar olarak görenler de var.
O yüzden bu konuşmanın başlığını, “Çokkültürlü Avrupa: Sorunlar ve Fırsatlar” olarak belirledik.

Avrupa’da bir kültürler çatışmasının içine düşmüş olsam da buraya da bir kültür savaşının içinden çıkıp geldim.
Ülkemde de kimilerinin gözünde öz kültürüne ters düşen biriydim; kimilerine göre o kültüre katkı yapan, zenginleştiren biri…
Dolayısıyla Almanya’da -olumlu ya da olumsuz bir vurguyla- “Buraya kültürlerini getirdiler” denen “yabancılar”ın tektip bir kitle oluşturmadığını, geldikleri toplumun farklı renklerini taşıdıklarını akılda tutmak gerek…

Türkiye, yaklaşık 150 yıldır gözünü Avrupa’ya dikmiş halde Batı’ya doğru yürüyor. Yol boyunca, giyim kuşamından dinlediği müziğe, alfabesindeki harflerden Medeni Kanun’una kadar hemen her şeyini Batılı standartlara göre değiştirdi; ancak elbette, “Neden eskisi gibi giyinmiyoruz, neden eski müziğimizi dinlemiyoruz” diyenlerin ayak direyişi de, bu değişime eşlik etti.
Ülke, Batılılaşmayı gerçek uygarlığın başlangıcı kabul edenlerle, bir çöküşün başlangıcı olarak görenler arasında bölündü.
Ancak Batılılaşma, kültürel bir dayatmadan ibaret kalınca, kalkınmaya dayalı bir ekonomik altyapı kurulamayınca Batı’ya yürüyüş yavaşladı. O arada Avrupa da kapısını farklılıklara kapatmış, sınırlarına yeniden duvarlar dikmiş, Avrupa Birliği’ni bir uygarlıklar ittifakı olmaktan uzaklaştırıp çıkara dayalı bir Hristiyan Kulübü’ne dönüştürmüştü. Bu, Batı karşıtlığını yükseltti. Dünyada bir “Medeniyetler çatışması”, hatta “dinler savaşı” yaşandığı fikri güçlendi; zırhlar giyildi; eski imparatorluk hayalleri geri geldi.
Türkiye’nin “Batılı” denen değerlere, yani demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, basın özgürlüğüne, cinsler eşitliğine inanan, laik, modern, demokratik bir ülke olmasını savunanlar dışlandı; ülkenin zengin toplumsal dokusuna değil, etnik ve dinsel köklerine, yani Türkçülüğe ve Müslümanlığa vurgu yapan, çözümü içe kapanmada, otoriterleşmede, tektipleşmede arayan bir bağnaz yaklaşım iktidara geldi.
Benim gibi binlerce insan, baskı altında ülkemizi terk etmek zorunda kaldık.
Büyük bir beyin göçüyle dünyaya, Avrupa’ya dağıldık.
Ne bulduk dersiniz:
Hayır, kendi değerlerine sarılmış bir Avrupa değil; etnik ve dinsel köklerine vurgu yapan, sorunu çokkültürlülükte, çözümü otoriterleşmede arayan yaklaşımların büyüdüğü bir Avrupa…
Ülkemizde “yabancı”ydık; burada da “yabancı”laştık.

Çizdiğim bu tabloyu şimdi rakamlarla kanıtlamaya çalışacağım.
Avrupa Sosyal Araştırması’nın (The European Social Survey, ESS), 2000’lerin başında 21 ülkede yaptığı araştırma, bize farklı Avrupa ülkelerinin çokkültürlülüğe bakışına dair çok ilginç veriler sunuyor.
120 sorunun yeraldığı anketin sonuçlarını özetleyerek aktaracağım: politikadergisi.com

En ilginç sonuçlardan biri, Avrupalıların “bir ülkede olması gereken, ideal etnik kompozisyon” hakkındaki görüşleri…
Yelpazenin bir ucunda, “Ülkede hiç etnik azınlık olmamalı” diyenler var, ortada “Biraz olmalı” diye düşünenler, bir de “Çok etnik azınlık”ı savunanlar…
Almanya’nın yarısı, “Biraz olmalı” görüşünde… Macaristan, Yunanistan ve Belçika, “Hiç olmamalı” diye düşünüyor. Lüksemburg, İtalya ve Fransa, “Çok olmalı” diyenlerin önünde geliyor. Ama genelde Avrupa’da, “çok etnisiteli toplum” yanlılarının çoğunlukta olduğu anlaşılıyor.

Çok ilginç bir şekilde, konu etnisiteden kültüre geçtiğinde, toplumların yaklaşımı da değişiyor.
“Ülkede yaşayanların ortak adet ve gelenekleri paylaşması iyidir” görüşünü savunanlar, yani Avrupa’da homojen bir kültürel yapı arayanlar, çoğunluğa geçiyor. Bu grubun öncüleri de yine Yunanistan, Slovenya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya… Çokkültürlü bir Avrupa’yı savunanlar, ağırlıkla İsviçre, Hollanda ve İngiltere’de…
Farklı kültürlerle birarada yaşama geleneğinden gelen Avrupalılarla, soğuk savaş dönemini kapalı kapılar ardında geçirmiş Avrupalıların farkı ortaya çıkıyor. Ama totalde, Avrupa’da çokkültürlülüğü savunanlar, yüzde 40’ı bile bulmuyor. Karşıtlar, yüzde 50’in üzerinde…
Araştırmanın ilk çarpıcı sonucu bu:
“Avrupa çok etnisiteli olabilir, ama çokkültürlü olmamalı” diyenler çoğunlukta…

Kültür yerine, din sorulduğunda, dinsel çeşitliliğe daha çok tolerans gösterildiğini gözlüyoruz.
Buna karşın dil söz konusu olduğunda, Avrupa toplumları neredeyse oy birliğiyle bu çeşitliliğe karşı çıkıyorlar. Ezici çoğunluk, ülkede herkesin ortak bir dil konuşmasının daha iyi olduğu görüşünde buluşuyor.
Eğitime gelindiğinde de çokkültürlülüğe bir direnç gözleniyor:
Çoğu Avrupalı, göçmen topluluklarının ayrı okul kurabilmesi fikrine sıcak bakmıyor. Örneğin Almanya’nın yüzde 70’i bu fikre karşı çıkıyor.

Araştırmanın ortaya koyduğu genel tabloyu şöyle özetleyebiliriz:
Avrupa’da en fazla kabul gören çeşitlilik biçimi, etnik çeşitlilik…
Onu dinsel çeşitlilik izliyor.
Konu eğitimde çeşitliliğe geldiğinde destek azalıyor.
Kültürel çeşitlilik ise neredeyse hiç desteklenmiyor. Avrupa halkları, ortak adet ve geleneklerin korunmasından yana…
Bu tablo, çokkültürlülüğün önündeki engellerden biri…
Geldik en önemlisi meseleye:
Araştırmacılar, Avrupa halklarına şu cümleye katılıp katılmadıkları soruyor:
“Bir ülke gerilimi azaltmak istiyorsa, göçü durdurmalıdır.”
İsveç, Finlandiya, Norveç gibi kimi İskandinav ülkeleri hariç çoğu ülke halkları bu önermeye katılıyor.
“Göç kötüdür.”
“Göçmenler, ülkeyi daha yaşanmaz hale getiriyor.”
“Göçmenler ülkenin kültürel yapısını çökertiyor” gibi cümleler destek buluyor. Çatışma kaygısı, çokkültürlü toplum fikrine karşı negatif duyguları harekete geçiriyor.
Yükselen göçmen karşıtlığında, bu kaygının etkisi büyük. ABD’de Trump’ın iktidara gelirken ve iktidarı boyunca ustaca kullandığı bu kaygı, Avrupa’nın geleceğini de etkileyecek gibi görünüyor.

Birçok Avrupa ülkesinde iktidarlar, bu eğilimin farkında… Ancak enerjilerini, bu kaygıyı azaltmaya değil, göçü durdurmaya harcıyorlar.
Yani sorunun nedeniyle değil, sonucuyla uğraşıyorlar.

Almanya bir göçmenler ülkesi…
Berlin bir göçmenler kenti…
Gücünü, gelişmişliğini, zenginliğini, gençliğini, “seksiliğini” biraz da bu kültürel çeşitliliğin sağladığı enerjiye ve renkliliğe borçlu…
Ama görünen o ki, genelde Avrupa’nın, özelde Almanya’nın bu görüntüsünden memnun olmayanlar, bu çokrenkliliği kaotik bulanlar da hiç az değil:
İsviçreli bir yazarın “Biz işçi istedik, insanlar geldi” sözlerinde anlattığı gibi, şimdi göçmenlerin, ülkenin kültürel dokusunu, dilini, yaşam biçimini bozduğuna inananlar artıyor. Böyle düşünenler için, yapılabilecek şeyler sınırlı:

Birinci seçenek, asimilasyon… Mümkün olduğunca çok göçmeni geldikleri yere geri göndermek… Kalanların yarattığı çokkültürlü mozayiğin üzerine beton dökmek, tektipleştirmeye gitmek… Birçok ulus devletin inşa sürecinde olduğu gibi, homojen bir kültür oluşturmaya çalışmak… Azınlığı çoğunluk içinde eritmek, bir monokültür yaratmaya gayret etmek…
Denenmiş bir yöntem bu… Devletler, bir dönem baskı uygulayarak bunu zorladı, ama daimi kılamadı. Bastırılan kültürler, tavanasasına gizlenmiş ruhlar gibi geri döndü ve bir hayli deforme olmuş, kısmen de yeraltında yozlaşmış şekilde kültürel dünyaya yeniden katıldı.
Ancak ulus devletin sağlayamadığı tektipleşmeyi bugün globalizm gerçekleştiriyor; izlenen televizyon dizilerinden dinlenen müziklere, atıştırma yiyecek kültüründen giyim markalarına kadar tüketim kültürüne dayalı bir tektipleşme, küresel düzeyde etkisini gösteriyor.
Dolayısıyla burada çözüm gibi görünen öneri, sorunun kendisine dönüşmüş durumda…

Bir başka çözüm önerisi, eskimeye yüztutan bir kavram:
Entegrasyon…
Bu da sıkça denenen, ancak bir türlü beklenen sonucu veremeyen bir seri politikayı akla getiriyor. Çünkü “entegrasyon” kavramındaki üstten bakan tavır, hiyerarşik tını, mütehakkim dil, buluşmaya değil, ayrışmaya hizmet ediyor. İzolasyona, kutuplaşmaya, ötekileştirmeye, gettolaşmaya yol açıyor.
3 milyona yaklaşan nüfusla Almanya’da yaşayan en geniş göçmen grubunu oluşturan Türkiyelilerin bu konuda söyleyeceği çok şey var.
Amerikan İlerleme Merkezi’nin 2020 sonunda yayınladığı “Entegrasyon, Göç ve Politika” raporu, ilginç veriler sunuyor:
“Olası bir Almanya-Türkiye maçında kimi destekleyeceği” sorulan Avrupa’daki Türklerin yüzde 76’sı böyle bir durumda Türkiye’yi destekleyeceğini söylüyor. Bir çok Almana göre bu, entegrasyon sürecinin yenilgisinin ifadesi… Tıpkı Alman milli takımının gözbebeği Mesut Özil’in, ırkçılıktan yakınıp Erdoğan’a övgüler eşliğinde Türkiye’ye dönmesi gibi…
Buna karşın, Almanya ile Fransa arasında bir farklılık göze çarpıyor. Fransa’daki diaspora, kendini tanımlarken diğer ülkelere göre anavatan referansına daha uzak duruyor. Bunun nedenini de ayrımcılığa uğrama konusunda Fransa ile Almanya arasında ortaya çıkan farkta görüyoruz. Ayrımcılık konusunda ülkelere 10 üzerinden not vermeleri istenen Türkiyeliler, Almanya’ya 6,75, Fransa’ya 4,71 oy veriyor. Bu fark, kendini “Fransız” hissedenlerin, “Alman” hissedenlerden çok olmasına yol açıyor.
Öte yandan biz “kültürel ayrışma”nın sakıncalarından söz ederken, Internet sitelerinde, dizi-film sunan platformlarda, ClubHouse tipi yeni sanal zeminlerde, her grubun kendine yakın bir kültürel limana sığındığı ve farklılıklara kapısını kapatıp kendi kabuğuna çekildiği bir dönemden geçiyoruz. Ortak buluşma alanları seyrelirken, kültürel gettolaşmanın alası, bu zeminlerde yaşanıyor.

Tekkültür dayatması ya da entegrasyon politikası beklenen sonuçları vermediğine göre, geriye bir yol kalıyor:
Çokkültürcülük…
Yani kültürel çeşitliliğin tanınması…
Yurttaş eşitliğinin sağlanması…
Farklı kültürlerin birarada yaşama koşullarının yaratılması…
Yeni bir toplumsal sözleşme yazıp eşitlikçi bir yurttaşlık tanımı ile çoğulcu bir ulusal kimliğin oluşturulması…
“Yabancı” kavramının rafa kaldırılması, “yabancı”yı “yerli” olmaya zorlamadan, onun farklılıklarıyla kabullenilmesi; farklılıkların zenginliğe dönüştürülmesi… Yeni Avrupa’nın, bu gerçeklikle yeniden inşası…

Bu, 70’lerin başından beri Kanada’dan başlayan, ABD’de ve Avustralya’da kimi farklılıklarla uygulanan bir yöntem…
Tabii farklılıkları var.
Son Avustralya ziyaretimde bir yerel yönetici, ABD ile Avustralya arasındaki “çeşitlilik yönetimi” farkını şöyle özetlemişti:
ABD, bir sebze çorbasıdır; bütün farklı tatlar bir kapta erimiş, yeni bir tat yaratmıştır.
Avustralya bir meyve salatasıdır. Bütün farklı tatlar yine aynı kaptadır, ama her biri kendi tadını korur.
Yöntem her ne olursa olsun, çeşitliliği zenginlik olarak gören ülkelerin zenginleşmesi, tesadüf olmasa gerek… Bunca farklı göçmen grubuna “hâkim kültür”e boyun eğme baskısı yapılsa, bu başarı yakalanabilir miydi?

Eleştirileri duyar gibiyim:
Avrupa, giderek artan oranda, göçmen dalgalarıyla sarsılan bir kıta… Sayı yüksek olunca, toplumsal karmaşa daha büyük oluyor. Göçmen ailelerinde doğum oranının çok daha yüksek olması, uyum sağlayamayan yeni kuşakların şiddete yönelmesi, ortak kurallara uymayı reddetmesi, birçoklarını kaygılandırıyor. Çokkültürlülük, hedef haline geliyor: farklılıklara fazla vurgu yapmanın, amacın aksine, toplumsal barışa değil, toplumu atomize etmeye hizmet ettiğini, göçmenlerin daha çok dışlanmasına yol açtığını söylüyorlar. Kültürel farklılıkların korunması yerine törpülenmesinin, göçmenlerin yararına olduğunu, onlara eşitlik kapısını açtığını önesürüyorlar.
Bu görüşü savunanlar, yeni sağ partilerde örgütleniyor. Üstelik onların toplumsal zemin kazanması, merkez partileri de o eksene yaklaştırıyor.
Peki doğru mu bu yaklaşım?
Dil meselesinden örnek vereyim:
Almanya’da kamuya ait bazı radyo kanalları, Türkiyeli göçmenler için Türkçe yayınlar yapıyordu. Türkiye’de basın özgürlüğü kısıtlı olduğu için sadece göçmenler değil, Türkiye’den birçok insan da, özgürce yapılan bu yayınları izliyor, daha demokratik bir bakış açısı kazanıyordu.
Avrupa halklarının dil meselesinde, din meselesindeki kadar çokkültürlülüğe açık olmadığından söz ettim ya; bu yayınların, ülkeye gelen göçmenlerin Almanca öğrenmesini geciktirdiği eleştirileri başladı. Sonunda bu yayınlar azaltıldı. Bu yolla, göçmenlerin Almanca yayınlara yöneleceği tahmin ya da ümit ediliyordu. Oysa dijital dünya, çoktan sınırları yıkmıştı ve göçmenler, Alman radyolarının vermekten vazgeçtiği haberleri, Türkiye’de iktidarın emrinde olan kanallardan izlemeye başladılar. Bu, Erdoğan’ın Türkiyeli göçmenler üzerindeki etkisini artırdığı gibi, duygusal gettolaşmayı, siyasal ayrışmayı ve kültürel kopmayı daha da derinleştirdi.

Din meselesinde ise tam tersi oldu:
Alman kamuoyunun din meselesinde çokkültürlülüğe daha açık olmasının bir sonucu olarak, Türkiye’de bir dönem sıkı denetim altında tutulan siyasal İslamcılar, Almanya’da kendilerine çok daha rahat zemin yaratabildi. Türkiye’de asırlık laiklik mücadelesi sonucunda geriletilen bağnaz baskılar, Almanya’daki göçmen aileler içinde daha kolay kök salabildi.
Almanya’da öğretmenlik yapan bir Türkiyeli arkadaşım anlattı: Türk aileler, kız çocuklarının okuldaki sosyal etkinliklere katılmasına “Bizim kültürümüzde böyle şeyler yok” diye itiraz ettiğinde okul yönetimi bu itirazı kabulleniyormuş. “Göçmen ailelerin kız çocukları, arkadaşlarını havuza ya da haftasonu kampına uğurlayıp ağlayarak eve dönüyorlar” diye anlattı arkadaşım…
“Bizim kültürümüz” denilen şeyin herkesi kapsamadığı, öyle bile olsa değişime açık olduğu tartışması burada yeniden alevleniyor. Türkiye’nin bazı yörelerinde, ailesinin iradesi dışında evlilik yapan kız çocuklarının öldürülmesi da “namus cinayeti” diye tanımlanıp kültürün bir parçası sayılıyor. Öyledir diye gözyummak mı gerekir? Aileler arası cinayete varan anlaşmazlıkların “kana kan yöntemiyle çözülmesi” de toplumsal gelenekte “kan davası” diye tanımlanıyor. “Gelenekte var” diye bu vahşi âdet hoşgörülebilir mi?

Dil örneğinde bir fırsatın nasıl soruna dönüştürüldüğünü görebiliyoruz.
Din örneğinde ise bir fırsat yaratma niyetinin sorun yarattığı görülüyor.
Anlatmaya çalıştığım şu: Çeşitliliğin kabulü ayrı şey, çeşitliliğin yönetimi ayrı… O yüzden sorunun çözümü, özenli, katılımcı, demokratik bir kamu yönetimi gerektiriyor.
“Yurttaşları tek bir egemen kültüre hapsetmeden, ortak paydalar yaratmak”… Aranan formül bu…
Dayatma yerine etkileşim…
Ayrışma yerine karışım… Karşılıklı temasla doğacak başkalaşım…
Farklılıkları fark ederek bir arada varolmayı sağlayacak bir yaklaşım…
Bunun için ekonomik, siyasi, toplumsal alanda ya da eğitim alanında yapılabilecek çok şey var, ama madem şiir festivalindeyiz, kültürün yapabileceği katkıyı vurgulayarak toparlayalım konuşmamızı…
Berlin’e geldiğimden beri Gorki Tiyatrosu’nda bazı kültürel etkinlikler düzenliyoruz. Genelde Berlin, özelde Gorki Tiyatrosu, dünyanın bambaşka köşelerinden kopup gelmiş sanatçılarla bir araya gelmemizi sağladı. Bu kültürler buluşmasının nasıl birbirinden anlamlı meyveler verdiğini, bu meyvelerin Alman seyircilerin nasıl ilgisini çektiğini, zaman zaman bakış açılarını değiştirdiğini bizzat gördüm.
Sanatın ortak duygular yaratma gücü, “öteki”ni anlamayı, zamanla ötekileştirmeyi ortadan kaldırmayı sağlıyor.
Bunu ancak büyük bir seferberlikle ve birlikte başarabiliriz. Herkese düşen sorumluluklar var:
Ben, işe, masalları tercüme ettirerek başlardım. Almanya’ya Türkiye’den ya da başka ülkelerden gelmiş çocukların Alman masallarını dinlediğini, Alman çocukların Türk masallarıyla uykuya daldığını düşünün; büyüdüklerinde o kültürlere daha aşina olmazlar mı?
Yayınevleri, farklı kültürlerin yazarlarını birbirinin diline çevirerek, okullar, bu kitapları tavsiye ederek seferberliğe katılmalı…
Antik Yunan şairi Thaletas, “Halkın türkülerini yakanlar, kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür’’ der. O türkülerin bestecileri, bu gücü ortaya koymalı… Farklı coğrafyaların müzisyenleri, biraraya gelip çaldıklarında nasıl bir zenginlik yaratabildiklerini daha çok göstermeli… Konser salonları, sahnelerinde onlara öncelik vermeli…
Resim galerileri, çokkültürlülüğün rengarenk yapıtlarını asmalı duvarlarına…
Tiyatro sahnelerinde, birbirinin kültürünü anlamaya, birbirinin duygularını hissettirmeye dönük eserler teşvik edilmeli…
Evsahibi ülkenin gazeteleri, televizyonları, sayfalarını, ekranlarını ülkelerinin yeni yurttaşlarına daha çok açmalı; o sayfalarda, ekranlarda önyargıları kıracak buluşmalar yaşanmalı.
Hollywood’un, Netflix’in dominasyonu karşısında gerileyen Avrupa sineması, ortak projelerle çokkültürlülüğün zengin içeriğini perdelere, ekranlara taşımalı…
Yeni ortak paydalar yaratılması, izolasyonun aşılması, empati hissinin yaygınlaştırılması için modacılardan aşçılara, mobil oyun yazıcılardan belgesel yapımcılarına dek, yaratıcı alanda faaliyet gösteren herkese düşen sorumluluklar var.
Bu seferberlik, sorun gibi görünen bir gelişmenin, aslında bir fırsat olduğunu, farklılıkların, yeryüzünü çoraklaştırmadığını, tersine zenginleştirdiğini gösterebilir. Toplumdaki kaygıları yatıştırabilir; siyasetteki içe kapanmayı dışa açılmaya dönüştürebilir.
Karma kimlikli bir Avrupa yaratabilir.

Konuşmama hapiste bir şairin dizeleriyle başlamıştım.
Bitirirken de gençliğinde hapis yatmış, ömrü mahkemelerde geçmiş bir büyük yazarın, Yaşar Kemal’in sözleriyle veda edeyim.
Diyor ki Kemal:

“Tüketilen dünyanın çığlığı, dünyanın her yerinde kendini duyuruyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesi örneğini veririm. Yılanın kabuğundan sıyrılması, inanılmayacak kadar zor bir iştir. Görmeyen, bu acıyı hayalleyemez bile. Ben birkaç kere yılanın kabuk değiştirmesini gördüm. Yürek paralayıcıydı.
Çağımızda dünya, her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler alt üst oluyor, insanı insan yapan birçok değer yok oluyor. Yokolan değerlerin yerine de hiçbir değer gelemiyor.
Böylesine kabuk değiştiren bir dünyada, insan, bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Her insanın yüreğinde, değerlerinin yok olma acısı var, durmadan da bu yara kanıyor.
İşte kökeninde başkaldırı olan sanat, insan soyunun başına gelen, bütün değerleri aşındıran, yok etmeye çalışan bu belayla elbette savaşacaktır.
Bu çağ, artık bölünme çağı değil, bir arada yaşama çağıdır.

Dünya, tek tipliliğinin gerçek bir demokrasiye ulaşmaya yetmediğini yavaş yavaş anlamış, yok olmaya yüz tutan dillerin, kültürlerin üstüne titremeye başlamıştır. Bizim de çokkültürlü konumumuzu korumaktan başka hiç bir çaremiz yoktur.
Dünya, binlerce çiçekten oluşmuş bir kültür bahçesidir. Bu, insanlığın zenginliğidir. Dünyadan bir çiçek eksilirse bir renk, bir koku yitmiş demektir.”

Gün be gün küçülen, renklerini, çiçeklerini yitiren bu eşsiz bahçeyi yaşatmak, yeşertmek, büyütmek bizim sorumluluğumuzda…
Gelin, bunun için seferber olalım; bahçemizi insanlığın ortak şölen alanına dönüştürelim.
Hepinizi şiirin sımsıcak ortak duygusuyla selamlıyorum.